FUAT SÖYLER'İN KALEMİNDEN EYLÜL

Eylül ayı çoğu insanda  melankolik bir duygu uyandırır. Eylül bir ayrılık ve hasret ayı değil midir?

FUAT SÖYLER'İN KALEMİNDEN EYLÜL
Editör: Söyler Haber
27 Eylül 2020 - 16:12
EYLÜL ..
FUAT SÖYLER'İN KALEMİNDEN

Eylül nedense; eskiden beri hüzün ve keder ayı olarak anılır.
Sonbaharı getirdiği için mi; yoksa insanların kendilerini mutlu sandıkları yaz aylarının sona ermesinden mi, yoksa doğanın yorulup,  tekrar uykuya geçmesinden mi? bilinmez.
Belki farklı nedenler de ileri sürülebilir...
Ama kesin olan bir şey varsa o da; Eylül ayı çoğu insanda  melankolik bir duygu uyandırır.
Eylül bir ayrılık ve hasret ayı değil midir?
...
Eylül ayında havalar artık soğumaya,  bulutlar grileşmeye rüzgarlar daha sertleşmeye başlar.. havalar  daha soğuktur.. Ağaçlar, yapraklarını dökmeye doğa kendini saklamaya başlar. Güneşin batışı insanı daha bir hüzün verir. 
İnsan, kendini daha bir yorgun sayar...
Geçen ömürden bir yaprak daha kopar...
 
Eylülde ben,  içime daha bir kapanır,  sert esen rüzgârların getirdiği gri ve kara bulutların arkasından gelecek amansız  yağmurları ve bazen Ekimde,  bazen de Kasımda yağan karları  ve arkasındaki uzun kışı düşünür, baharı daha  şimdiden özlerim.. 
Ama Sonbaharın melankolik yağmurlarının yarattığı hüzün ve kışın  beyaz sessizliğinin içindeki amansız yalnızlığı; daima ruhumun derinliklerinde hissetmişimdir.
Kendimle baş başa kaldığım ve kendimle en iyi hesaplaştığım mevsimler bu mevsimlerdir.
...
Soma'nın Hamız Dağı dedikleri 475 rakımlı bir tepesi var. Çam ağaçlarının süslediği bu tepe de; Atatürk resminin üstünde/dev bir bayrak dalgalanır.
Kuşlar uçar etrafında durmadan..
Temaşa etmek ne güzel buradan,  alabildiğine uzanan ovaları..
"Sana dün bir tepeden baktım ey aziz Soma!"
...
Bu tepeden,  üç kız kardeş gibi yan yana duran, üç ilçenin bereketli ovalarını ve siluetlerini izlemek mümkün.. 
Ortadaki ilçe Soma.. 
Üç bacasından sürekli dumanların yükseldiği termik santrali ve çoğunluğu binalardan oluşan betondan bir kale... 
Tepenin arkasında bozulmamış yapısı ile Kırk oluklu çeşmeye ve 600 yıllık ahşaptan yapılmış Camiiye sahip tarihi , Darkale köyü, Somaya tarihini ve geçmişini hatırlatır..
Madenci ve enerji  kenti Soma,  minyatür bir Türkiye örneği.
kozmopolit yapısıyla bu güzel ülkenin her insanını şefkatle bağrına basar..
Gelenlerin çoğu ekmek davası için gelmiştir çünkü..
Üstü  dumanlı , altı kara, etrafı yeşil Soma.
Taa uzaklardan yılan gibi kıvranan  Seyişler barajından bir serinlik eser...
Ahh! Bir avuç kömür için ; 301 madencinin canını verdiği karalar bağlayan Soma..
Ne olursun bizi, kömürsüz koma.
...
Hamız dağının sağında;  zeytin ağaçları arasında uzanan,  mısır, domates, karpuzun ekildiği, bereketli,  geniş, Kınık ve Bergama  ovaları görünür. Tarihin başkentlerinden biri,  Krallar şehri Bergama taa uzaktan selam gönderir size..
Deniz,  çok uzakta değildir,  el sallar bulutlarla.. 
 
Solunda ise; Kırkağaç dağlarının sakladığı, Zeytin ve Kavunu ile meşhur, taa Akhisara kadar uzanan  Kırkağaç ovası.
Soma, sırtını Kırkağaca dayamıştır.
Bu topraklar, ruhuna şifa verir insanın...
...
Neden mi anlattım bunları?
13 yıldır bu toprakların o güzelim havasını soluyor, bereketli topraklarından çıkan sağlıklı ürünlerini tüketiyorum.
Buranın insanı, çalışkan ve üretken.
Anadolunun çoğu yerindeki olduğu gibi iyi, mütevazi, dürüst misafirperver.
Geçim derdinde daha çok.
Ya kamyoncudur, ya çiftçidir ya işçidir çoğunluk.
 
İkinci memleket oldu buralar bize..
Hamız Dağının tepesinden batmakta olan güneşin kırmızıya boyadığı ovaları izlerken dalıp gittim.
Aklıma doğup büyüdüğüm,  gençliğimi geçirdiğim, havasını soluyup, yaylalarında soğuk suyunu içtiğim , çoğu zaman  kar altında, dağların şehri memleketim geldi aklıma..
Bir eylül akşamında hüzünle seyrettiğim şehrimi,  anamın babamın memleketini hatırladım.
Güneşin üzerinde doğduğu Beyazıt’ı hatırlamak,  bana hep acı ve keder vermiştir. Belki de burada  yaşamak, acının ve kederin ta kendisidir..
....
Hatırladım. Çocukluğumu,  gençliğimi.
Nedense hatırladığımda,  aklıma hep önce Eylül ayı gelir.
Eylülün On biri.. İkiz kulelerin yıkıldığı 11 Eylül değil.
11 Eylül 1980 akşamı. 
O akşamı ve ertesi gününü hiç unutmam.
Doğubayazıt’taki evimiz, Boztepe denilen bir tepenin yamacında şehrin çoğunluğunu gören yüksek bir yerdeydi.. Evimizin manzarası muhteşemdi. Şehrin Kurulu olduğu sarı ovayı,  devasa cüssesiyle kucaklayan,  başı hep dumanlı ve karlı Ağrı dağını ve hemen doğudaki keskin kayaların arasına inşa edilmiş, kartal yuvası İshakpaşa’yı ve bir zamanlar dibine kurulmuş ve şimdi harabe olan eski Beyazıt'ı  gören bir manzaraya sahip olmak , ne büyük bir ayrıcalıktı..
Güneşin doğuşunu ve batışını buradan izlemek bende tarif edilemez güçlü duygular oluşturur, sonsuz bir özgürlüğe sahip olduğumu hissettirirdi..
Hele gece, sessiz şehri dinlemek anlatılamaz.. Şehir adeta konuşurdu benimle..
...
Evimizin hemen önünde Rusların, şehrimizi işgal ettiği yıllarda yine Ruslar tarafından yaptırılan ama artık kullanılmayan yuvarlak ve üstü düzlük büyük bir su deposu vardı. Belediye burayı depo(ambar) olarak kullanıyordu.
Evimizin merdivenleri ile nerdeyse bitişik olduğu için biz,  burayı evimizin avlusu olarak kullanır,  bazen burada şehrin manzarasına karşı  yemeğimizi yer, çayımızı içer sohbetler ederdik.
Şehirde bazen at yarışları bile olurdu. Hemen evimizin önünde başlayıp, İshakpaşa sarayına doğru uzanan bu yolda, atlar yarışır, halk ise; evimizin olduğu Boztepenin yükseklerine çıkar uzaktan hangi at birinci gelecek diye iddiaya girerlerdi.
At binicileri olanca gücüyle atları kilometrelerce  koşturur,  atlar yakına gelince,  ayakta büyük bir coşkuyla alkışlarlardı.
Bazı amcalar hangi atın önde olduğunu öğrenmek için dürbün kullanır, izleyicilere  kimin hangi sırada geldiğini heyecanla anlatırdılar..
Yarışları izlemek için kullanılan bu dürbünlere,  12 Eylül darbesinden sonra; suç aleti sayılıp, el konulacaktı.
 
 Bu şehirde; elem,  keder ve acılara rağmen,  mutlu bir çocukluğum oldu.
Mutluluk dediğimiz,  öyle büyük şeyler değildi. Ufacık şeyler bile bizi mutlu ederdi. 
Evimizin sokağının bitimindeki yazlık sinemada gazoz içip, tahta sandalyelerde  film seyretmek tarif edilemez bir mutluluktu...
 
Çocukluğum... 
11 Eylül gecesi sona erecekti.
14 ünde bir çocuktum.. Ortaokul öğrencisi.
O gecenin sabahında artık büyümüş,  gençliği es geçmiş,  bir yetişkinliğe adım atmıştım adeta.
O yüzden midir bilinmez,  Eylül ayı geldiğinde; hep içimde bir şeylerin eksikliğini hissetmişimdir.
...
Sekiz ay kar altında kalacak memleketimde, yaz bitmiş,  kış hazırlıkları başlamıştı. Ekinler toplanmış, kış yakacağı tezekler yığın, yığın evlerin bahçelerinde yerini almıştı.
Yoksul şehrin biraz briket, çoğu da kerpiçten yapılan  evlerini ısıtmak için en ucuzu buydu çünkü.
Sobalarında Kömür yakanların durumu iyi sayılırdı o yıllarda... 
O Eylül gecesi, rahmetli babam, dört odalı  evimizdeki çoğu eşyayı dışarı çıkarmış, evimizi badana yapıyorduk. Abilerimle babama yardım ediyorduk.
Eşyaların çoğu su deposunun üstüne yerleştirmiştik.
Akşama doğruydu. Güneş battı batacaktı. Koca ovayı bir kızıllık kaplamıştı...
.....
Bizim evimiz, aynı zamanda askeri birliği  yakından gören bir yerdeydi. Aramızda bir kaç ev ve Zengezur köyüne,  oradan da İshakpaşa sarayına uzanan bir yol vardı.
Zaten saraya giden tek yol da oydu.
Yukardan Askeriye dediğimiz birliğin içinde neler olup bitiyor çoğunu görürdük.
Hatta bir Futbol sahası bile vardı orda. Orda oynanan maçları bile izlerdik.
Daha eskiden askeri birlikle aramızda tel örgü v.s. yoktu .
Sadece uzak aralarla askerler nöbet tutarlardı.
Biz çocuk olduğumuz için elimizi kolumuzu sallaya sallaya askeriyeye girerdik.
Dolaşırdık oyunlar oynar, maç bile yapardık..
Asker abiler, bize kızmazdı.
Subay çocukları ile arkadaş olur, onlarla mahalle maçı yapar, sinamaya   gider gazoz içerdik.
Bazen evlerine bile giderdik.
Güzel yemekler yerdik.
Anneleri bize iyi davranırdı. Zaten çoğuyla aynı okulda arkadaştık biz.
Bazen asker abiler bize para verir sigara vb.şeyler aldırırlardı
Tabi harçlığımızı da verirlerdi. 
Sevdiklerine yazdıkları mektupları postaya verir, hayır dualarını alırdık. Çoğunun ismini bilirdik. Yenileri gelince eski abiler bizi onlara tanıtırdı.
Hiç kandırmadık onları.
Bizden sonra gelenler farklıydı...
 
Sonraları olaylar arttı. Tel örgüler çekildi.
Nöbetçi asker sayıları arttı.
Artık askeriyenin içine giremez, arkadaşlarımızla buluşamaz olmuştuk.
Çok sonraları tellerin yerini yüksek duvarlar ve kuleler aldı. Orası artık ulaşılamaz bir kale gibiydi.
Hem bizim için, hem arkadaşlarımız için..
 
11 Eylül 1980 Gecesi evimizin karşısındaki yolda Önce onlarca  büyük Yeşil Cemseler geçti. Arkasından Ellerinde Fener olan yüzlerce asker..
Babam ve abilerim bir gariplik olduğunu  anlamışlardı. Ben hemen aşağıya koşup yola çıktım. Bizim mahalledeki diğer çocuklar gibi.
Sırtlarında silah olan yüzlerce asker.
 "Asker abi nereden geliyorsunuz? " 
Başlarındaki komutan; "tatbikattan geliyoruz" dedi.
 Oysa yalan söylediği ertesi sabah anlaşılacaktı...
 
Sabahın ilk ışıkları ile uyandığımızda mahallenin ve şehrin her tarafında eli silahlı askerler vardı. Kimsenin evden çıkmasına izin vermediler. 
Daha aşağıdaki evlerden bazı abilerin,  askerler tarafından alınıp, cemselere bindirilip götürüldüğünü  gördük.. Asker abinin birine babam sordu. "Asker ağa ne oldu" dedi.
"Amca radyoyu ya da televizyonu aç öğrenirsin" dedi
Bizim Grundig marka siyah beyaz bir televizyonumuz vardı.
Babam hemen üzerindeki naylonu kaldırıp  açtı. Bir spiker, üniformalı askerlerin görüntüsü arasında , askerlerin yönetime el koyduğunu anlatıyordu..
Babam, " askeri darbe olmuş. Allah yardım etsin." dedi. Söylerken sevindi mi üzüldü mü  bir türlü anlamadım. "Darbe ne" diye sordum. "Artık ülkeyi askerler yönetecek." 
...
Zor günler başlamıştı. Ekmeği sadece çocuklar nöbetçi fırınlardan sayı ile alabiliyordu.
Her şey kısıtlı ve sayı ile alınıyordu.
Bir çok dernek, kahve, kapatıldı. 
Biz çocuklara hep iyi davranan tanıdık abiler artık ortalıkta görünmüyordu. Kimi yıllar sonra hapisten çıkıp geldi. Kiminin de yurt dışına kaçtığı söylendi. Kiminin izi bile bulunamadı..
Evlerdeki, tüfekler,  silahlar tek tek toplandı.
Silâhı olup ta teslim etmeyenlerin ağır cezalarla karşıya kalacağı söylendi. Gece bir yerden bir yere gitmek artık nerdeyse imkansızdı.
Sıkıyönetim vardı. Gece ve gündüz her yerde, adım başı askerler vardı. 
Sorgu sualler, kimlik kontrolleri ev aramaları v.s. insanları korkutuyordu. 
Ama kahvelerde yaşlı amcalar darbe hakkında iyi şeyler söylüyor,  anarşinin aniden bittiğini, gençlerin artık ölmeyeceğini,  askerlerin iyi yaptığından bahsediyorlardı. Zaten kimse aksi bir şey söyleyemezdi de..Her yerin kulağı vardı.Mazallah askerler duyarsa... O yüzden askerleri överken bazıları bağıra bağıra konuşurdu.
Kaymakam, belediye başkanı hepsi askerdi artık. Artık bıyıklar bile kontrol ediliyordu..
Bir genç sokakta yürürken askere bakışı biraz ters gelsin,  hemen gözaltına alınır, sorgulanırdı.
Yediği dayak hediye kalırdı..
Kısaca ; 12 Eylül darbesi silindir gibi halkın üzerinden ezip, geçti. 
...
Aslında şimdilerde düşünüyorum da  12 Eylüle giden yılları daha iyi hatırlıyorum.   
12 Eylül darbesine doğru tek tek döşenen taşların ülkeyi nasıl bir kaosa sürüklediği ve yaşanan o talihsiz olayları bu yazının ikinci bölümünde anlatacağım.. Şahit olduğum ve yaşadığım olayları.
 
 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum